İçinde bulunduğumuz ekim ayı, Türk milletinin tarihe bıraktığı en önemli izlerden birine şahitlik etmiştir. Bilindiği üzere, Mustafa Kemal Atatürk’ün, “en büyük eserim” dediği, Cumhuriyetimiz bir ekim ayında kuruldu. Bu göz kamaştırıcı başarının biraz da gölgesinde kalmasına rağmen, yaklaşık beş yıl işgalde kalan İstanbul da, yine bir ekim ayında kurtarıldı…
Ulusların tarihlerinde hatırlamak istemedikleri dönemler vardır. Gündeme geldiğinde, hızlıca anlatıp geçerler. Yaklaşık beş yıl süren, İstanbul’un işgali (1918-1923), bizim de hatırlamak istemediğimiz dönemlerimizdendir. Üzerinden bir asır geçmesine rağmen işgal yıllarına ait fotoğrafları gördüğümüzde ince bir sızı hissederiz…
Izdırap, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi’nden 13 gün sonra, işgalcilerin 55 parça savaş gemisi ile İstanbul’u teslim almalarıyla başlamıştır… Aynı gün, Lav edilen Yıldırım orduları grup komutanı Mustafa Kemal Paşa da İstanbul’a dönmüş ve o muhteşem sözünü yaveri Cevdet Abbas Bey şahitliğinde tarihe not düşmüştür.
“Geldikleri gibi giderler!”
Dünya tarihinin en önemli yazarlarından, Ernest Hemingway, Kanada’nın “The Toronto Star” gazetesi adına 1922 yılında bir süreliğine İstanbul’da bulundu. Bu dönemde, bizim için ızdırap olan İstanbul’un işgalini kendi bakış açısıyla okurlarına iletmiştir.
“Sabah uyanıp da Haliç üzerine çökmüş sisten incecik ve tertemiz başlarını uzatan minareleri görüp bir Rus operasındaki aryayı hatırlatan müezzinin, dokunaklı sesiyle müminleri yalvarırcasına duaya çağırdığını duyduğunuzda Doğu’nun sihrine eriyorsunuz.
Pencere camında yansıyan görüntünüze bakınca, sizi dün gece keşfeden sineklerin ısırıp kızarttığı yerleri görüyor ve kendinizi tam tamına Doğu’da buluyorsunuz. Pierre Loti’nin hikâyelerindeki Doğu’yla, günlük yaşantının Doğu’su arasında gerçekten mutlu bir orta yol bulunabilir. Ama bunu ancak gözkapakları yarı aralıkla bakan biri görebilir. Ayrıca yediklerine aldırmaması, sinek lokmalarına dayanıklı olması şartıyla, tabii.
“İstanbul, tanımsız bir gerilim kenti oldu artık. Toronto’da sık sık uğradığım Woodbine semtindeki at yarışlarında, bu tür bir heyecan duyduğumu anımsıyorum. Bir hastane koridorunda, yoğun bakıma alınmış bir sevdiğinin akıbetini bekleyenler gibi, ürperti ve kaygı içindeydi İstanbul. Bağdat’tan Batum’a uzanan çizgide, İstanbul kavşağında, Levantenlerin, açıkgözlerin, hırsız ve haydutların çemberlediği bir evrenden geliyordum. Toronto, Singapur, Paris ve Şikago’dan algıladığım bir serüven duyusu içinde, İstanbul’u dinliyordum gecede. Mustafa Kemal’in ordusunu bekleyen kentte, patlamaya hazır bir şenlik, patlamaya hazır bir acımasızlık köşelerde pusu kurmuştu.
Mustafa Kemal’in İstanbul’a girişi, tarihin en görkemli şölenlerine başlangıç olacaktı. Tanımı zor bir başarıydı bu. Ama bu onurlu sonun bir bölümünde açgözlerle bekleyenler de vardı. Aslanın son pençesini attığı anda, payını bekleyen sömürgen ve sürüngenlerin de beklentisiydi bu. Rumları, Ermenileri ve Makedonyalıları saran ürpertiyi yüzlerden okuyorduk. Kaldığım Londra Oteli’nin Rum sahibi, yaşamı boyunca biriktirdiği paralarla aldığı otelde, tek müşterisinin ben olduğumu fısıldadı bana. Otel sahibi Rum, kaderci gözlerle, “Buradan benim ölüm çıkacak.” diyordu. “Tepeden tırnağa silahlandık, tüm Hıristiyanlar savaşa hazırız.” diyordu. Siyah gözlerini, gözlerime diken otelci, şöyle devam etti sonra: “Fransa, İstanbul’u Mustafa Kemal’e vermeye karar verdiği için mi buraları terk etmeye zorlanacağız? Yunanlılar ve Rumlar daima Müttefikler yanında savaştık, ödülümüz terk edilmek mi olacaktı?” Böyle kızgın konuşan bir yığın Rum’a rastladım İstanbul’da. Karmaşa ve kıyım tehlikesi her yanı sarmıştı. Mustafa Kemal’ini kutlamaya girişen bir Türk’ün uğrayacağı saldırı, tüm kenti kana boğacak ilk belirti olabilirdi. Lenin’in devriminden kaçan Ruslar, Mustafa Kemal’in gelişini kaygıyla bekleyenler arasındaydı. Birçoğu gıyaplarında komünistlerce ölüme mahkûm edilen bu Rus mültecilerinin bazıları, Çarlık üniformalarıyla dolaşıyordu kentte. Sovyet gizli polisi Çeka’nın bu mülteciler için Mustafa Kemal’e neler önereceğini kestirmek çok zordu kuşkusuz. Tüm mazlum ülkeler, tüm Doğu, “Mustafa Kemal çok büyük adam.” diyordu. Başarılı önderin İstanbul’a girişi, alacağı olumlu tavırla, kazandığı tüm zaferleri çok daha değerli kılabilecek”…
Anlatımlarından küçük bir bölümü bile, aslında gelmekte olan zaferin ayak seslerini duyduğunu bize hissettiriyor…
2 Ekim 1923‘te Dolmabahçe meydanında, Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinin hazır olduğu geçit merasiminden sonra, İtilaf Devletleri komutanları şanlı bayrağımızı selamladılar ve alkışlar arasında uğurlandılar...
Geldikleri gibi gittiler…
Sonrasında, Şükrü Nail Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girerek, yaklaşık beş yıl süren ızdırabı sonlandırdı…
Sanki tarih bize bir güzel sürpriz daha hazırlamıştı. Bu sürpriz, İstanbul’u resmi olarak teslim alan yazar ve siyasetçinin kimliğinde ve ideolojisinde saklıdır.
Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden Kazanlı Yusuf Akçura’nın, 1904 yılında yayımladığı “Üç Tarz-ı Siyâset” adlı 32 sayfalık makalesi, Türkçülük akımının manifestosu kabul edilir. Aynı zamanda Türk Tarih Kurumu’nun kurucu üyelerinden olan yazar; üç dönem İstanbul, bir dönem de Kars milletvekilliği yapmıştır.
Tarih 6 Ekim 1923’ü gösterdiğinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına, Mustafa Kemal Paşa tarafından görevlendirilen İstanbul Milletvekili Yusuf Akçura, İtilaf Devletleri temsilcilerinden İstanbul’u teslim alan imzayı attı.
“En büyük şair, yazar, edebiyatçı ve sanatçı aslında tarihin ta kendisidir. Bizler sadece not tutarız.” diye düşünmekten kendimi alamıyorum.