. e d e b i d u a l i t e

l o a d i n g

Genel

SARKAÇ

İkili denge anlamına gelen dualitenin, edebiyatta da kullanılarak yeni bir alana hayat vereceği görüşünü savunuyoruz. Kelime olarak karşıtlık ya da zıtlık anlamında kullanılan ve aslında kökeni itibariyle ikili denge demek olan dualitenin çağrıştırdığı anlam itibari ile edebiyatın yeni bir dalı oluşturulabilir.

Kırmızı Böğürtlen

Öykü

huseyinuyar

Sıradan bir gün tamamlanırken yavaş adımlarla eve doğru yürüdü. Uzun yılların yorgunluğunu anlatmak istercesine gıcırtılı ses çıkaran ahşap kapıyı aralayarak bahçeye girdi. Çoğunluğu meyve ağaçlarından oluşan bahçedeki tek asmanın yanından geçip evin ana kapısına doğru yöneldi. Karanlık henüz çökmüştü; sakin ve kendi içinde huzur saklı olan bu güzel yaz akşamında eve girmek istemiyordu. Baba evindeki tatilinin birinci haftası henüz dolmamıştı.

Merdivenlerin başında bir çift yabancı ayakkabı gördü. Belli ki yine annesinin o çok konuşmayı seven misafirlerinden biri gelmişti. Biraz canı sıkılmış olmasına rağmen sebepsiz şekilde kendi ayakkabılarını misafirinkinin yanına koyarak yavaş adımlarla yukarı çıktı.

Kapıdan içeri girdiğinde gözlerine inanamadı. Salonun balkona yakın tarafında eskiden kalma sedirin üzerinde annesine bir şeyler anlatan misafir, kendisinin içeri girmesi ile susmuştu. Heyecanı henüz bedenini sarmaya bile fırsat bulamadan göz göze geldiler. Bir adım daha yaklaştı. Sesinin titremesini belli etmeksizin, kendi kulağına bile tuhaf gelen bir tonda sadece “Feride” diyebildi.

Zamanla olgunlaşmış güzelliği ve hâlâ çok alımlı bakışları ile tam da karşısında duruyordu.  Bıraktığında, biraz ürkek ve utangaç olarak hatırladığı çocukluk aşkının, içinde bol miktarda kırgınlık, kızgınlık ve biraz da özlem dolu bir ses tonu ile “Hoş geldin!” dediğini duydu. Şaşkınlığını üzerinden atamamıştı ki, “Oğlum bak, Feride bizi ziyarete gelmiş.” diyen annesinin sözleri ile kendisini biraz toparladı. Aradan geçen bunca yılın verdiği olgunluğa rağmen, nasıl bu kadar heyecan duymuş olduğuna bir anlam verememişti.

Dışarıdan bakıldığında, iki eski arkadaşın karşılaşması gibi görünmesine özen gösterdiler. Kendiliğinden gelişen bu ortak tavır, daha önce prova edilmişçesine uyumlu olabilmişti. Geçen bunca yılı üç beş cümleye sığdırmak gibi bir kaygıya gereksinim duymadan ve içlerinde kopan fırtınayı baskılayarak, sadece hâl hatır ile durumu kotarmaya çalıştılar.

“Ben bugün çokça dolaştım, epey yorulmuşum. Odama çıkıp biraz dinleneyim. Seni gördüğüme sevindim.” deyip ortamdan uzaklaşmak istedi.
“Çok uzun zaman oldu görüşmeyeli, teyzemi çok özlemişim.” diyen Feride kendisine yardımcı oldu.

Her şeye rağmen, evlendiğini öğrendiği çocukluk aşkını tebrik edemedi ve hatta eşinin ismini bile sormaması dikkat çekici olmuştu. Bu, tuhaf kargaşayı bastırma refleksi olmalıydı. Ne konuştuğunun ne söylediğinin veya ne cevap aldığının bir önemi olmadığını düşündü. Feride’nin güzel yüzü, ürkek bakışları ve eşarbından kenarlara sarkan kumral saçlarına iyice baktı. Belli belirsiz mırıldanarak, tekrar görüşmek üzere odasına doğru yönlendi.

Ruhunda ve duygularında kopan fırtınaları bastırmaksızın yatağına uzandı. Tarifi mümkün olmayan duygularının esiri olmak istemiyor; zamanla olgunlaşmış olduğunu düşündüğü halde, Feride’nin salonda sohbet ediyor olması inanılmaz gibi geliyordu. Acıtarak kalbine saplanan aşk mızrağı, özlem dolu zehrini içeri akıtmaya başlamıştı. Elbette yirmi beş yıl öncesine dönmek mümkün değildi ama acaba şimdi bir şeyler yapmalı mıydı?

Daha fazla dayanamayarak yattığı yerden kalktı ve salona doğru yöneldi. Bütün heyecanıyla ve merakıyla içeri girdiğinde; Feride’nin gittiğini, annesinin de mutfakta olduğunu, boş salon ile karşılaşınca anladı. Kendisini tarifsiz bir yalnızlık içinde buldu. Kontrol edemediği bir şekilde alevlenen yürek yangınını söndürecek bir şeyler aramaya başladı. Koşarcasına bahçeye indiğini gören annesi ise hiç ses çıkarmadı. Biliyordu ki, oğlunun yüreğindeki köz alev almıştı.

Doğup, çocukluğunu ve gençliğinin bir kısmını geçirdiği bu ev ve bahçe şimdi çok dar geliyordu. Her ne kadar duygularına ve geçmişte kaldığını düşündüğü aşkına teslim olmak istemiyorsa da, tuhaf bir girdap içinde savrulduğunu hissetti. Hiç istemediği halde duygularını dışa vurmuş olmalı ki, her zaman ve her konuda müdahale eden annesi bu sefer sessiz kalmayı tercih etmişti.

Bahçeden eve tekrar döndüğünde, kendisi için hazırlanan yemek masasının tam da ortasında duran patatesli gül böreğini tanımıştı… Ayrı geçen yirmi beş yılın öyküsünü dinlemek istiyormuşçasına uzun uzadıya böreği seyretti.

Doğrusu şu ki; artık kaçmak istemiyor, yüzleşmesi gerekenlerle karşılaşabilecek cesaretinin olduğunu kendisine kanıtlamak istiyordu. Akıp giden hayatın artık hesabını verebiliyor olmalıydı. Yıllarca bir sarkaç gibi savrulup duran ve hiçbir zaman dolduramadığını düşündüğü ruhundaki boşluğu belki bu sefer söküp atabilirdi. Hiç kimseye yükleyemeyeceği tamamen kendi kararıyla uzaklaştığı bu aşk için kendinden başka hesaplaşacağı kimse olmadığını çok iyi biliyordu. Sakin başlayan bir akşam nasıl da çalkalanmıştı...

Uykusuz gecelere alışık olmasına rağmen bu sefer biraz daha zorlandı. Sabaha doğru tam da mahmurlaşmaya başlamıştı ki, camiden gelen ezan sesi ile tekrar kendine geldi. Balkonda bir süre sabahın oluşunu seyretti. Güneşin daha da belirginleşmesi ile ağaç yapraklarının üzerindeki çiy tanelerinin buharlaşmaya başladığını biliyordu. Vakit, sabahı iyice belirginleştirdiğinde biraz olsun uyumak için yatağına doğru yöneldi. Bahçeye bakan odanın penceresinden esen hafif rüzgâr perdeleri ahenkli şekilde kımıldatıyordu.

Biraz uyumuş olmasına rağmen hiç dinlenemediğini fark etti. Saatine baktı, öğlen olmak üzereydi. Bahçe kapısının o kendine has sesiyle açıldığını duydu. Tanımadığı bir çocuk sesi kendisini soruyordu. Annesinin seslenmesine fırsat vermeden kalktı ve balkondan baktı.

Çocuk, “Feride ablam kendisini böğürtlen toplamaya götürebilir mi diye soruyor?” dedi. Doğrusu bunu hiç beklemiyordu. Büyük bir coşku ile “Ablana söyle, bir saat sonra almaya geleceğim.” diye karşılık verdi…

Yıllar önce, kendi annesinden bile çekinen çocukluk aşkının bu kadar cesurca davranabileceğini düşünmemişti.  Gençlik yıllarındaki kadar güzel duygular yaşıyor olmasına rağmen bir taraftan da heyecanını bastırmaya çalışıyor olduğu halde, tatlı bir telaş ile yola çıktı. Evin önüne gelip bahçe kapısından içeri girdiğinde Feride’nin babası ile karşılaştı. Büyük bir saygı ile ayaküstü kısa bir sohbet ettiler ve sonra babası eve seslendi...

Önce iç kapının sesi geldi, ardından dış kapı açıldı ve gülümseyen, sakin ama neşeli tavırlarıyla Feride belirdi. Başındaki eşarbının baharı andıran çiçekli motifli sarı rengi, yeşil beyaz desenli elbisesi ve küçük hasırdan yapılmış çantası ile verandadan aşağı doğru birkaç basamak indi. Yıllar, güzelliğini daha da yerli yerine oturtmuştu. Önce babasını ve ardından da kendisini almaya gelen adamı selamladı. Babasından müsaade isteyerek, hemen avlunun dışında, yolun kenarında duran arabaya doğru yöneldi. Adam da, devam eden sohbeti sabırsızlıkla ama edepli şekilde bitirip, Feride’nin peşinden arabaya doğru ilerledi.
Arabaya bindiklerinde bir süre sessiz kaldılar. Artık evlerinden iyice uzaklaşmışlardı ki Feride: “Yirmi beş yıldır neredesin? Herkes senin keyifli bir hayat yaşadığını konuşuyor.” diyerek hırçın bir çıkış yaptı.

“O kadar uzun zamandır bu üçüncü gelişim, benim nasıl yaşadığımı bilmelerine imkân yok. Sen bu dedikoduya mı inandın?”

Neyin hesaplaşmasını yaptıklarını bilmeden çılgınca konuşmaya başladılar. Feride, iştahla soruyor, aldığı cevaplarla öfkeleniyor sonra da sakinleşmeye çalışıyor ama konuşmayı hep yönlendiriyordu. İçinde birikmiş olanların büyük kısmını söylemiş ve artık biraz rahatlamaya başlamıştı ki,  kendisinin  “Ben gittim ama hiç evlenmedim. Maşallah sen hemen evlenmişsin.” demesi üzerine tekrar ve daha fazla öfkelendi. Fırsat bulmuşçasına daha coşkulu şekilde saldırıya geçti. Şimdi bütün birikmiş sözlerle birbirlerine saldırıyorlar hem de bir garip keyif alıyorlardı…

Böğürtlen toplama alanına geldiklerinde arabayı yolun kenarında durdurdu. İkisi de indiler. Feride böğürtlen çalılarına doğru yürüdü. Kendisi de küçük çakısını alarak peşi sıra takip etti. Topladığı böğürtlenleri Feride’nin avucunda biriktirdiler ve beraberce yediler. Bir süre sonra “Ellerimiz kına yakmış gibi kırmızı oldu.” diyerek gülümsediler…

Ellerinin ve dudaklarının böğürtlen kırmızısı olması ikisini de çok neşelendirmişti. İhtiraslı bir şekilde yaklaşıp, Feride’nin böğürtlen kırmızısı olmuş dudaklarından öptü. Her şeye rağmen çocukluk aşkına ve geçen yirmi beş yıla rağmen ilk defa dudaklarından öpmüştü. Feride tatlı bir panik ile birkaç adım geriye kaçtı. Öylesine hızlı gelişen bu anda, ne yapacaklarını bilemez halde ve karışık duygular içindeydiler. Bir süre bu tatlı kaçış ve kovalamaca devam ettikten sonra yorulmuş olmalılar ki arabaya doğru yöneldiler.

Şimdi arabanın içinde oturuyor, dizinin üzerine başını koymuş olan çocukluk aşkının saçlarıyla oynuyor bir taraftan onun güzel yüzünü seyrediyordu. Feride, gözlerini kapatmış içindeki sessizliği dinliyor ve belki de dizine yaslandığı çocukluk aşkının içindeki fırtınaları duymaya çalışıyordu. Aradan ne kadar zaman geçti bilinmez ama yanlarından büyük bir gürültü ile geçen traktörün sesi ile kendilerine geldiler. Öylesine büyülü bir zaman geçmişti ki, aynı anda rüyadan uyanmış gibi oldular. Artık bir şeyler konuşmak gerekiyordu. Bu sessiz ve büyülü ortam ne kadar devam edebilirdi…
“Bu cesaretine hayran kaldım!” diye konuşmaya başladı.
“Hangi konuda?” diye sordu Feride.
“Önce bizim eve gelmen, sonra böğürtlen toplamaya davet etmen.“
“Böğürtleni çok seviyorum.”

Bir süre daha arabanın içinde sohbet ettiler. Sonra arabadan indiler. Adam elini kadının omzuna koydu ve yavaş adımlarla vadinin kenarına doğru yürüdüler. Öylece ayakta duruyor halde ta uzaklarda vadinin diğer ucundaki dağ manzarasını seyretmeye başladılar. Hafif esen yel, uzaklardaki çam ağaçlarından aldığı kokuyu, vadideki pelin otlarıyla birleştirerek yüzlerini serinletiyor ve sanki aşklarını tazelemelerine yardımcı oluyordu. Çok fazla konuşmamaya özen gösteriyorlardı. Her sözcük geçmişten gelen anlam yükü ile birleşiyor, pişmanlık olarak ruhlarını acıtıyordu…

Göğsüne yaslandığı çocukluk aşkına iyice sarılan Feride, birden ağlamaya başladı ve “Senin yüzünden!” diye mırıldandı. Yirmi beş yıl önce terk etmiş olmanın verdiği suçlulukla “Biliyorum!” diye karşılık verebildi. Bu garip duygu fırtınasından kurtulmak için birbirlerine daha sıkı sarıldılar. Yıllar önce dillendiremedikleri aşklarını ve aradan geçen zamanda birikmiş olan pişmanlıklarını da ardı sıra döktüler. Artık söylenmemiş hiçbir şey kalmamıştı. Vakit akşama doğru yaklaşmak üzere iken geride kalan kırmızı böğürtlenler ile vedalaşıp evlerinin yolunu tuttular…

Misafirliğe giderken heyecan duyma yaşını çoktan geçmişti ama bu sefer bastıramadığı bir gerginlik içindeydi. Annesi ile beraber Feride’nin evine gitme fikrini de kendisi üretmişti. Aradan geçen bunca zaman sonra ziyarete gitmenin iyi bir fikir olup olmadığından emin değildi ama yine de dayanılmaz bir çekim hissediyordu. Feride, eşi olmaksızın çocukları ile beraber baba evine gelmiş, sıradan bir yaz tatili yapıyordu. Kendisinin de, annesini alarak bir akraba ziyareti yapmasında ne gibi bir sakınca olabilirdi ki? Zaten içinden geçenleri hiç kimseye ve hatta kendine bile itiraf edemeyecek olmanın ağırlığını şimdiden hissediyordu. Olgunluğunun verdiği tecrübeye çok ihtiyacı vardı.

İçeriden annesinin “Hazırım.” dediğini duydu. İşte vakit geldi. Çocukluğunun geçtiği sokaklardan ilerleyerek Feride’nin baba evine geldiler. Merdivenlerden çıkarken o tatlı heyecanı hissediyordu. Kapıda babanın coşkulu karşılamasından sonra hep beraber içeri doğru ilerlediler. Kendisine bile itiraf edemediği duygularını yoğun bir şekilde baskılıyor ve olabildiğince normal görünmeye özen gösteriyordu.

Şimdi bu coşkulu karşılama, ikramların ve sohbetin ardından, anıların tazelenmesine dönüştü. Feride’nin düğün anılarını dinlemek kendisine ıstırap veriyor boğazı düğümleniyormuş gibi oluyordu. Her şeyi bir kenara bırakıp öfke ile “Yeter!” diye haykırmak istedi. Çocukluk aşkı bu durumu fark etmiş olmalı ki, acımasızca ve yılların intikamını alırcasına anlatmaya devam ediyordu. Anne, her şeyin farkında olarak, oğlunun berbat ettiği bu aşk karşısında tarafını daha önce belli etmişti; Feride’yi desteklercesine sohbeti devam ettiriyordu.

Sohbetin coşkusu azalmasına rağmen yeterince hırsını alamadığını düşünen Feride:
“Sen neler yaptın uzaklarda? Duyduğumuza göre gayet gamsız bir hayat yaşıyormuşsun.” diye konunun yönünü değiştirerek tekrar atağa geçti.

Kendisi cevap vermeye fırsat bulamadan anne konuya girdi. Belki de durumun kontrolden çıkmasını istemiyor ya da acımasız intikamına yardımcı olmaya çalışıyordu. “Hâlâ evlendiremedim, hep söylüyorum ama hiç oralı olmuyor.” diyerek bildiği kadarı ile oğlunun sevgililerinin isimlerini söyledi. Duydukları karşısında durgunlaşan Feride bir bahane ile mutfağa gitti. Anne de peşinden gitti. Mutfakta neler konuşuldu bilinmez ama döndüklerinde, Feride sakin ve sıradan bir ev sahibine dönüşmüştü.

Onlar içeride iken kendisi de baba ile koyu bir sohbete başlamıştı. Sadece söylenmesi gerektiğini düşündüğü kadarı ile konuşuyor ama aslında ruhunu duygularından kurtaramayacak kadar zavallı olduğunu hissediyordu. Gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalmış olmasına rağmen, bunun üstesinden gelmekten başka çaresi olmadığının farkında idi.

Vakit ilerlemiş artık misafirliğin sonlarına gelmeye başlamışlardı. Kalkmaya hazırlanırken birden ağzından dökülen cümlelerden kendisi de mutluluk duydu.
“Kızım olursa adını Kırmızı Böğürtlen koyacağım.” deyiverdi.
“Kırmızı Böğürtlen diye isim mi olur?” diye karşılık veren Feride’ye,
“Bence en güzel kız ismi“ diyerek güzel bir imâda bulundu. Bunu sadece ikisi anladılar ve gülümsediler…

Uyandığında öğle olmak üzereydi. Köydeki rutin telaşın kendisine hiç ilişmediği rahat bir tatil sürdürüyor olmanın ayrıcalığını fazlasıyla hissediyordu. Dönüş için kalan son birkaç günde bir şeyler yapmalı mıydı? Zihnini en fazla meşgul eden konunun bu olması elbette çok da tesadüf değildi. Bütün direncine rağmen kendini hırçın bir hesaplaşma içinde buldu. Yirmi beş yıl önce bıraktığında masum olan her şeyin şimdi değişmiş olduğu fikri, acımasızca zihnini tırmalıyordu.

Bu sabah annesinin hazırladığı kahvaltı sofrasına bile oturmak istemedi. Bahçe kapısından hızla çıkıp yürümeye başladı. Sanki ne kadar hızlı adımlarla giderse, kendisini zorlayan düşüncelerden o kadar çabuk uzaklaşabileceğini sanıyordu.  Nereye gittiğini kendisi de merak ediyor, yol boyunca karşılaştığı ve tanıdığı birkaç kişi ile ayaküstü sohbet etmeyi de ihmal etmiyordu. İlkokulunun önünden geçerken çocukluk anıları aklına geldi ve gülümsedi. Bütün bunlar esas olarak aklına yerleşmiş olan Feride düşüncesinin ikincil halleri idi.

Yirmi beş yıl önce gölgesinde vedalaştıkları ve şimdi epeyce yaşlanmış olan kiraz ağacının altına gelmiş olmak kendini hiç de şaşırtmadı. Olgun bir duygusallık içinde olduğunu fark ediyordu. Ayrılışlarına şahit olan ağaç ile dertleşeceğini zannetmişti ama hiçbir şey söylemek içinden gelmedi. Sadece etrafı seyrederken, “Feride mi, kendisi mi yoksa zaman mı daha acımasız?” diye düşündü. Önce kendi gitmiş, daha sonra da Feride başka şehre gitmişti. Aradan geçen yıllar içinde hiç karşılaşmamışlardı. O gün birbirlerine söyleyemedikleri aşklarını artık rahatça konuşabiliyorlardı.

Sırtını ağaca yaslayarak oturdu. Elindeki dal parçası ile eşelediği yerden küçük bir solucanın çıktığını gördü ve bir süre takip etti. Hafif esen yelin etkisi ile iyice rahatlamış olmalı ki, uykusunun geldiğini fark ediyordu. Şimdi yanına gelip “Uzaklara gidelim!” diye elini uzatsa, sahip olduğu her şeyi bırakarak uzaklara gider, çocukluk aşkına sonsuza kadar kavuşurdu…
...Karmaşık bir panik içinde uçuşan kelebekler, sonsuz uzunluktaki tarlalarda henüz başak vermemiş yeşil buğday filizlerini, dalgalı denizler gibi savuran fırtınadan kendilerini korumak için el ele tutuşmuş halde koşuyorlardı. Kara bulutların ardından sayısız şimşekler yeryüzüne iniyor, yağan yağmur sel olmuş peşlerinden geliyordu… Bir nehir kenarına geldiklerinde her şey sakinleşmiş ve Güneş yüzünü göstermişti. Biraz ileride gördükleri çok güzel eve doğru koştular. Kapıyı açtılar ve misler sürülmüşçesine güzel kokan harika bir salona girdiler. Uzun saçları ile el ele tutuşmuş oynayan iki kız çocuğunun tasvir edildiği büyük bir tablo gördüler. Feride “İşte burada sonsuza kadar yaşayabiliriz.” dedi.  Biraz daha yürüdüler ve nehirde tek kişilik bir kayık gördüler. Yavaşça Feride’nin elini bıraktı ve kayığa bindi…

Uyandığında terlemiş olduğunu fark etti. Saatine baktı “Çok da zaman geçmemiş.” dedi. Belli ki kısa bir uyku olmuştu. Gördüğü rüyanın etkisi ile etrafa bakarak gülümsedi. Uyumadan önce topraktan çıkardığı solucanı aradı bulamadı. Zaten bulabilseydi ne yapacağını da bilmiyordu…

Tatilin bitmesine sadece iki gün kalmıştı. Bugün Feride çocukları ile birlikte yaşadıkları şehre dönecek, yarın da kendisi annesini de alarak yola çıkacaktı. Acaba çocukluk aşkını bir daha görebilecek miydi?  Aslında,  karşılaşmak veya bir araya gelmek hiç de zor değildi ama işte o zaman birçok şeyi feda etmek gerekebilirdi. Bu karmaşık duyguları bir kenara bırakarak, tatillerinin son günü için birlikte bir şeyler yapmaları gerektiğini düşündü. “Gelecekle ilgili ne yapmalıyım?” diye sormaya karar verdi. Kim bilir belki de Feride’nin bir önerisi veya henüz söylemeye fırsat bulamadığı bir planı olabilirdi.

Sakin adımlarla bahçe kapısından çıktı ve Feride’nin yaşadığı eve doğru yürümeye başladı. Bir yolunu bulup konuşacak ve içinden geçenleri söyleyecekti. Biraz yürüdükten sonra, karşıdan gelen arabayı tanıdı ve küçük bir heyecan hissetti.

Araba yavaşlayarak yanından geçerken içindekilerle selamlaştı. Anladı ki, Feride artık dönüş yoluna çıkmıştı. Uzaklaşana kadar arkasından çaresizce baktı. Bütün söyleyecekleri ve duyacakları sonsuzluğa akıp gitmişti.

Yol kenarındaki çalılıklardaki kırmızı böğürtlenleri gördüğünde, akıp giden zamana karşı çaresizliğinin sızısını hissetti. Artık alışık olduğu bu durumun uzun sürmeyeceğini ve biraz sonra her şeyin normale döneceğini biliyordu. Biraz yürüdü ve ilerideki evden kendine doğru “Komşu gel çay içelim.” diye seslenildiğini duydu.
Ve işte her şey sıradanlığına geri dönmüştü.

Kiraz Ağacı

Şiir

ozlemdemir

Kiraz ağacının gölgesinde bir sevdadaydık
Yaprakları tutuştu mazimizin
Hangi yetim duygular açıvermişti sana içimi?
Gökyüzünün maviliğine uzanmıştı yollarımız
Hangi kesif korkularla yüzleşmiştim de
Sana olan sevgimi haykıramadım.

Yollar, sana gelen yollar bir acı rüzgârla savruluyor şimdi
Yüreğim yıkık dökük yaralarla sıvanan bir harabe
Gel diyorum, hadi gel!
Bir güzel gelişle gel
Göklere açılsın duam, yeryüzünü kucaklasın
Umudum nicelerine gebe
Derin bir nefes gibi çekiyorum içime sevdanı
Koyma bu yüreği yetim
Hasretin derin kuyularına atma
Gel de 
Kiraz ağacının dallarına asılsın yürek sancılarımız
Ağacın altında bekliyorum...