Aleksitimi
Öykü
huseyinuyar
Bugün bir tuhaflık var üzerimde. Oysa her şey yolunda görünüyor ama tanımlayamadığım bir gerginliğin ayak seslerini duyar gibiyim. Görelim bakalım neler olacak…
Evden çıkarken her zaman olduğu gibi kapının önünde bekletilme adetinden bir türlü kurtulamıyorum. Yıllarca, “Hadi artık biraz acele et lütfen.” demekten yorulmuş ve bıkmış olmaktan dolayı, sakince bekliyorum. Geçen zaman içinde bu bekletmeler ruhumu epeyce yıpratmış olacak ki, çaresizliğin verdiği yenilgi hissine rağmen içinde bulunduğum durumu artık umursamaz oldum.
Nihayet geldi, “Alt tarafı birkaç saat dışarıda olacağız, bu kadar kontrol yapmanın ne anlamı var. Ocağa, suya, prizlere bakarsın olur biter. Bu da sadece yarım dakika sürer.” demeyi çok isterdim ama azıcık ima etsem şiddetli karşılık verecek. “Boş ver, durduk yere huzursuzluk olmasın.” diyorum içimden.
“Randevu saat on birde, değil mi”?
“Evet”.
Otomobilimize bineli on dakika olduğu halde bütün konuşmamız bu kadar… Önceleri böyle durumlarda seveceği bir konu bulup, tatlı bir sohbet başlatmayı becerebiliyordum. Daha önceleri her şey daha da coşkulu olabiliyordu.
Artık, “Nasıl oldu da bu hale geldik?” diye sormuyorum. Uzun süre sordum ama bir cevap bulamadım. Bundan sonra da bulacağımı sanmıyorum.
Aslında, epey zamandır yaşadığımız bu tatsız tuzsuz ve huzursuz ortamın çözümü kolay. Şöyle karşıma alıp diyebilsem ki, “Şu saçma durumdan kurtulalım. Eskisi gibi olalım”.
Karım da dese ki, “Evet ya, hadi kurtulalım”
İşte bu kadar basit ama bir türlü bunu yapamıyoruz.
Bazen böyle girişimlerim, daha meramımı anlatamadan duvara çarpıp geri dönüyor gibi sonuçlanıyor. Hatta bu, soğuk ve dikenli bir duvar… Galiba ben artık olacakları akışına bıraktım.
Yoo!
Kendi tercihim değil, bu akışına bırakma meselesi. Yapabildiğim başka bir şey kalmadığını düşündüğümden böyle oldu.
Neyse…
Gideceğimiz yol uzun değil ama trafik sıkıştı. Öylece ve sessizce oturuyoruz, yavaşça ilerleyen otomobilimizin içinde. Kafamı, kapının kenarına yasladığım dirseğime dayamış diğer elim direksiyonda. Yola bakıyormuş gibi yapıyorum ama göz ucuyla da karımı izliyorum. Sakince oturuyor ve etrafı seyrediyor. Belki de seyrediyormuş gibi yapıyor. Benim yola bakıyormuş gibi yaptığım şekilde…
Bugün pantolon giymiş. Ellerini de dizinin üzerine koymuş. Belli belirsiz şekilde parmaklarıyla ritim tutuyor. İçinden şarkı söylüyor olmalı. Eskiden olsaydı merak ederdim hangi şarkıyı mırıldandığını ama artık etmiyorum. Uzun zamandır ojeli görmediğim parmakları da kalınlaşmaya başlamış. Üzerindeki boğazlı kazağı daha önce görmemiştim ya da dikkatimi çekmemişti. Zaten çok da dikkat çekici bir model değil.
"Hava soğuk değil, neden kazak giyme ihtiyacını duydun?" diye sormayı düşündüm ama sonra vazgeçtim. Durduk yere gereksiz bir tartışma başlamasın. “Buradan da tartışma çıkmaz ki!” demeyin, ne kadar basit şeylerden tartışma çıktığını bilseniz…
Saçlarından bir küçük tutam öne dökülmüş gözünün üzerine gelmiş. Eskiden olsaydı hemen elimle düzeltir, bir de öperdim. Şimdi içimden gelmiyor…
Doğrusu, her şeye rağmen profilden hâlâ güzel görünüyor.
Yine başını yaslasa omzuma. Yola bakarak hayaller kursak. Yine dizime yatsa, ben de hem araba kullanıp hem de saçlarını okşasam ve “Otomatik vites araba almam lazım.” desem. “Ay sen benim saçlarımı çok mu seviyorsun?” diyerek cilvelense eskiden olduğu gibi…
Şimdi arabam otomatik vites ama artık dizime yatmıyor. Belki de onu hâlâ güzel bulduğumun ve içimde biriken ilgi gösterme isteğimin farkında bile değil…
“Neyse ki zamanında yaşamışız.” dedim.
“Efendim! Anlamadım, neyi zamanında yaşamışız”?
“Boş ver”.
“Peki”.
İşte böyle, epey zamandır konuşmalarımız da kısa ve sinir bozucu oluyor. Galiba insan bazı güzel şeyleri bir süreliğine yaşıyor ve bir daha tekrarlanmıyor. Bu gerçekle yüzleşeli çok zaman olmadı ama kabullendim.
Hastanenin kapısının önüne geldiğimizde, “İstersen sen in, ben de arabayı park edip geliyorum.” dedim. Karşılık vermeden arabadan indi.
Şimdi bekleme bölümüne geleli beş dakika oldu. Sessizce oturuyoruz. Karım birazdan içeri girecek ve ilk seans başlamış olacak. Yarın da ben yine aynı saatte geleceğim. Muhtemelen yanımda kimse olmaz ve ben yalnız gelirim. Hatta bizi bu görüşmelere ikna eden büyük oğlum bile gelmez. Artık bu durumlara alıştım ve çok da önemsemiyorum…
Tam da kolumdaki saate bakıyordum ki, bize doğru yaklaşan asistan kız karıma hitaben “Hocamız sizi bekliyor.” dedi.
Karım içeri girdi ve ben bekleme salonunda ‘hasta yakını’ olarak tek kaldım. Salon biraz genişçe; giriş kapısının olduğu tarafta bir banko ve arkasında iki asistan var. Karımı çağıran asistan da geri geldi ve biri erkek ikisi kız üç tane oldular. Kendi aralarında konuşuyorlar. Tam olarak görünmüyor olmalarına rağmen hem sohbet ettiklerini hem de işlerini yaptıklarını tahmin edebiliyorum. Giriş kapısına yakın tarafta oturan asistan, arada bir çalan masa telefonuna cevap veriyor… Bekleme salonunda benden başka iki kişi daha var. Anne, ergen yaştaki oğlunu getirmiş galiba. Kendi aralarında fısıltı ile konuşuyorlar…
Kim bilir ne sorunları vardır?
Duvarlarda hep ‘sağlıklı yaşam’ ile ilgili resimli tanıtımlar var. Sol tarafımdaki duvarda güzel çerçeve içinde tanıdık bir empresyonist çalışmanın kopyası gözüme ilişti ve nedense içimden küçük bir mutluluk geçti. Bu eserin aslının çok pahalı olduğunu hatırladım.
Koltukta iyice geriye yaslanıp ayaklarımı daha da uzattım. Saate baktım, içeri gireli yirmi dakika olmuş. “Acaba ne konuşuyorlar?” diye düşündüm bir an ama aslında o kadar da merak etmediğimi fark ettim. Öğleden sonraki at yarışında ‘Devir’ isimli atın yine kazanıp kazanmayacağını daha çok merak ediyordum.
Bana saçma gelen şu garip inadı bıraksa, her şeyi kolaylıkla halledeceğimi düşünüp, “Senin yüzünden buralardayız!” diye içimden geçirerek karıma kızdım. Mutlu günlerimiz o kadar gerilerde kalmış ki, o büyülü anları ben mi yaşadım artık emin olamıyorum.
Bu süreç, büyük oğlumun bizi, aile terapistine gitmemize ikna etmeye çalışması ile başlamıştı. Karım artık oğlumuzu benden daha iyi dinlediği için ikna oldu. Yoksa böyle bir teklifi ben yapsam evde büyük olay çıkardı.
Aslında ben de kolay ikna oldum, diyemem. Önce, aile terapistine gitmeyi kabul etmedim sonra ayrı ayrı seans olursa kabul ederim diye inat ettim. Çünkü arızanın karımda olduğundan eminim. Sadece oğlumu kırmamak için kabul ettim… Kim bilir yarın ben ne konuşacağım bu psikolog ile. Umarım tatlı sohbetli biridir de boşuna para vermiş olmam.
Tekrar saatime baktım. On dakika kalmış. Epeyce konuşmuş ve yol almış olmalılar.
“Acaba kaç seans daha geliriz?” diye içimden geçti…
Şimdi şu bankoda oturan asistanlardan birine, biraz sonra içeriden çıkacak olan karıma iletilmek üzere “Bu kadar anlayışsız olmaya değer miydi?” diye bir not yazıp bıraksam ve kalkıp gitsem, diye hayal kurmaya başladım. Tam beş yıl ortadan kaybolsam. Hem de hiç iz bırakmamacasına. İşte o zaman belki içim soğur. Kıymetim bilinir.
Bunları düşünürken karım içeriden çıktı. Sebepsiz yere gülümsedim. Ayağa kalktım ve kontrol edemediğim bir sevgi gösterisi ile kendisini karşıladım. Bunu niçin yapıyorum, bilmiyorum. Aslında içimde ciddi bir öfke birikmiş olmasına rağmen hâlâ gülen yüzle ve mutluymuş gibi davranabiliyorum.
“Geçmiş olsun gülüm”.
“Sağ ol”.
İşte yine o kısa konuşma gerçekleşti. Beraberce salondan çıktık. Koridorda yürürken “Bana herkesin içinde gülüm dememen gerektiğini söylemiştim.” dedi. Ben de kısaca “Peki.” diye soğuk bir ses tonu ile karşılık verdim.
Otomobilimize bindik, hâlâ içeride konuşulanlardan bahsetmiyor. Bu umarsız durum beni deli ediyor ama belli etmemeye çalışıyorum. Bir süre daha bekledim ve sonunda dayanamayarak:
“Seans nasıl geçti?” diye sordum.
Cevap vermedi. Çantasından küçük bir not kağıdı çıkardı ve bana uzattı.
Kağıtta ‘aleksitimi’ yazıyordu.
“Bir sonraki seans için, o kağıtta yazılan hakkında biraz olsun bilgi edinmemi istedi doktor.” dedi.
“Peki.” dedim…