Sarkaç
Öykü
huseyinuyar
Ne zor değil mi?
Duygularını göstermek, köpekbalığı dolu bir denizde ayağının kanamasına benzer. Zehir gibi bir durum. Bu yaşta bu kadar psikolojik yük fazla! Yapacak bir şey yok, kabullenip yola devam etmek lazım.
Dün geceden aklında kalanlar bunlar olmalı ki, uyanınca tekrar aklına geliverdi. Gitmek ile kalmak arasında sarkaç olmuş duygular epeyce yıpratıcı oluyordu…
Ne de çabuk sabah olmuş. Kalkmaktan başka çare yok. Beş dakika daha yatak keyfi yapabileceğine karar verdi. Gece boyunca sağa sola dönmelerin verdiği huzursuzluğa karşı şimdi nasıl da rahat durabiliyordu. Zihni muhakkak terslik yapmak zorundaymış gibi gece rahat uyutmuyor sabah olunca da “Boş ver işi gücü uyu işte!” diyor gibiydi.
Doğruldu ve yatakta oturur vaziyete geldi. Şimdi saat altıyı yirmi geçiyordu. “Daha on dakika var.” diye düşündü. Hiçbir şey düşünmeden bu şekilde on dakika durdu. Bu sayede gece ile gündüzün arasındaki geçişi daha yumuşak yapabiliyordu…
Lavaboya doğru giderken koridorda karşılaştığı annesi “Kahvaltı ister misin?” diye sordu.
“Tabii ki hayır!” dedi isteksiz ve biraz da gergin hali ile.
İşe gitmeye başladığından beri rutin yaşadıkları bir durumdu. Eğer sabah karşılaşırlarsa anne hep aynı soruyu sorar ve aynı cevabı alırdı. Zaten ısrar da etmiyordu. İlk zamanlarda biraz ısrar eder gibi oldu ama bir süre sonra öylesine soruverir olmuştu. Belki de anne, vicdanını rahatlatıyordu.
Bugün salı, tıraş olmasına gerek yok. Dün olmuştu ya, şimdilik idare eder. Bu da en az beş dakika vakit kazanmak demek. Biraz ağırdan alıyor. Ancak anne bu dar zamanı boş geçirmeme niyetinde.
“Hafta sonu Nezahat teyzen sözlünle seni yemeğe bekliyor.”
“Sabah sabah bu da nereden çıktı?”
“Dün akşam telefonda söyledi. Unutmadan söyleyiverdim işte.”
“Peki, gün içinde teyzemi ararım.”
“Sen bilirsin.” dedi anne. Birkaç şey daha söylemek istiyordu ama sabahın vaktinde oğlunun canını sıkmak istemedi.
“Babam uyuyor galiba?”
“Hımm evet uyuyor.”
“Daha bir ay oldu emekli olalı. Keyfini çıkarsın adamcağız.”
“Öyle, çıkarsın tabii.”
“Çalışma sırası bizde…” deyip annesinin yanağından öptü ve “Hadi bana eyvallah Valide Sultan! Akşama ablama uğrayacağım. Gece de orada kalabilirim.”
“Selam söyle.”
Kızı evlenip gittikten sonra bu koca evde oğlu ile baş başa kalmışlardı. O da evlenecekti. Ayrı eve çıkacaklar mı? Yoksa gelin bu eve gelmeyi kabul edecek mi? Bu konu daha karara bağlanmamıştı.
Cem, asansörde iki üst kat komşusu Ayşe teyze ile karşılaştı. Meğer asıl adı Güllü’ymüş de herkes Ayşe olarak biliyordu. Geçenlerde seçmen kağıdından tesadüfen öğrenmişti. Ama şimdi sabah sabah bu konuyu konuşmak istemedi. Hatta hiçbir konuyu konuşmak istemedi ama Ayşe teyze asansörde konuşmadan duracak biri değildi.
“İşe mi gidiyorsun oğlum?” diye başladı.
“Evet teyze.” dedi ve asansörün aynasından saçını düzeltmeye başladı. Aslında, “Deli miyim ben bu saatte dışarı çıkacak. İşe gidiyorum tabii. Hatta sen nereye gidiyorsun sabah sabah? Evinde uyusana!” demek geliyordu içinden ama şimdi bu yaşlı kadıncağızı üzmeye gerek yoktu.
“Düğün ne zaman? Sen de haklısın bu zamanda evlenmek çok masraf.” diye başlamıştı ama neyse ki asansör yolculuğu kısa sürdü.
“Servise yetişmem lazım.” diyerek gülümsedi ve koşarak uzaklaştı. Ancak aklında ‘düğün masrafları’ meselesi kaldı.
Kendinden önce servise binen ve uyuklayan arkadaşlarının arasından geçerek her zamanki yerine oturdu. Gün içinde birçok defa tartıştığı çalışma arkadaşları uyurken ne de masum görünüyorlardı…
İşyerinin kapısından girerken “Bütün günüm burada geçecek, çıktığımda akşam olmuş olacak.” diye içinden geçirdi. Hiç de adil olmadığını düşündüğü bu durum karşısında “Çalışmam ve para kazanmam lazım.” diyerek kendini teselli etmeye çalıştı.
Öğleye doğru müdür odasına çağrıldı.
“Bir grup stajyer gelmiş. Şunlarla ilgilen. İşyerimizi gezdir, yaptığımız işlerden bahset. Akşama doğru da görev yerlerine dağıtalım.” dedi.
Yemek saatine kadar stajyerleri gezdirdi ve sonra da topluca yemekhaneye gittiler. Aslında arkadaşlarıyla sohbet etmek istiyordu ama “Bu günlük böyle oluversin.” diye mırıldandı.
Nihayet bugün de akşam oldu. Birazdan mesai bitecek. Planda abla ziyareti var ama şimdi sabahki kadar istekli değil. Biraz da kararsız kalmanın etkisi ile durumu akışına bıraktı.
“Cem, patron seni çağırıyor!” diye bir ses duyduğunda birden irkildi. Sessizce öfkelendi, gitmese miydi acaba?
“Neyse şimdilik bunları düşünmenin zamanı değil. Şu patronun yanına gideyim de mesele neymiş öğreneyim.” diye geçirdi içinden.
“Müsaitsen toplantı yapalım.” dedi patron.
Yanındakiler, mesai saatini hatırlatmak istediler ama “Bekar adam eve gidip ne yapacak?” diye ciddiyetsiz bir gülümseme fırlattı.
Cem itiraz etmeden, gülümseyip toplantı masasına oturdu. Şimdi “Mesai bitti ben gidiyorum.” diyerek çıkıp gidebilirdi ama bunun olumsuz yansıması ileriki günlerde önüne gelir ve muhakkak pişman ederlerdi. Zaten altı ay sonra askere gitme ihtimali vardı ya! Biraz daha katlanıversin.
Toplantı iki saat sürdü. Masasına dönüp çantasını alacak ve artık çıkıp gidecekti. Eve mi, ablaya mı gidecek, hâlâ karar vermemişti.
“Eve mi gidiyorsun?” dedi Volkan.
“Daha karar vermedim.”
“Benim biraz canım sıkkın, bir yerlere gidelim mi?”
“Aslında iyi olur, benim de pek tadım yok be kanka.” dedi Cem.
Toplantı mağduru iki arkadaş, ofisin bulunduğu binadan çıktılar. Nereye gideceklerine hâlâ karar vermemişlerdi ama oturup birkaç kadeh içmek iyi gelir diye düşündüler.
Birden Cem, aklına süper bir fikir gelmişçesine, “Ömer ağabeyi de çağıralım mı? Epeydir ondan feyz almıyoruz.” dedi.
“İlaç gibi gelir.” diye onayladı Volkan.
Oturalı daha beş dakika olmuştu. Siparişleri almaya garson bile henüz teşrif etmemişti. Feleğin çemberinden birkaç tur atmış ve artık sakinleşmiş bir bilge adam durumuna gelmiş Ömer ağabey “Gençler neyiniz var?” diye soruverdi.
Gençler aslında mutlu veya problemsiz göründüklerini zannediyorlardı. İşleri vardı, para kazanıyorlardı, özgür de sayılırlardı. İyi kötü aşk hayatları da var sayılırdı. Evlenmek için aceleleri de yoktu ki, zaten kimse de onları sıkıştırmıyordu.
Acaba rahatlık mı batıyor?’ diye akıllarına geliyor ve bazen bunu dillendiriyorlardı da...
Kısa bir sessizlik oldu. Garson tam da bu sessizliğin üzerine gelerek, siparişleri aldı da ortam iyice pesimist hale gelmekten kurtulmuş oldu. Gerçi şimdi emekli bir felsefe öğretmeni olan Ömer ağabey her durumu kurtarabilecek kadar bilgeydi ama yine de daha sohbetin başında fazladan yormamak gerekiyordu.
“Ağabey ya biz şımarık mıyız?” diye ilk ateşlemeyi yaptı Volkan.
“Her şey yolunda gibi ama biz hep şikayetçi ve mutsuz gibiyiz. Bu tuhaf halin sebebini de bilmiyoruz.
Bilge kişi Ömer ağabey gençlerin sorununu anladı. Zaten bunu bekliyordu. Asıl mesele, durumu bu gençlere nasıl anlatması gerektiğiydi.
“Hadi dökülün bakalım şımarıklığınızı.”
“Günümüz hep ofiste geçiyor, yakında gün ışığına hasret kalacağız.” dedi Cem.
“Gençliğimiz burada mı geçecek?” dedi Volkan.
… ve devam ettiler peşi sıra tereddütlerini sıralamaya…
Konuştukça problem çıkıyor ve her soru aslında bir problemi anlatıyordu. Her sıkıntı bir dram haline geliyor ve seri şekilde biraları yudumluyorlardı.
İlginç olan, her sıkıntının bir probleme dönüşmesinden ziyade, Ömer ağabeyin gençleri sürekli onaylayıp “Haklısın, bu konu da mühim.” demesiydi.
Gençler anladılar ki, dertleri gerçek ve kendi içinde tutarlıydı.
“Şu hayatta kime güveneceğiz, Ömer ağabey?” diye çok içten bir serzenişte bulundu Cem.
“Evet ya hakikaten çevremizde güvenecek kimse kalmadı.” diye destekledi arkadaşını Volkan.
Ömer ağabey sabırla bekledi. Gençler içini döktü ama belli ki, asıl mesele farklıydı. Bekledi, gençler asıl konuyu doğrudan anlatmaya cesaret edemiyorlardı.
Vakit ilerledi, sohbet hâlâ rutin olarak devam ediyordu. “Bu akşam bir türlü kırılamadı şu gizemli gerginliğin zinciri. “
“Ağabey aslında gizem filan yok. Üzerimizde çok sıkıntı var. Gelecek kaygısı çok ağır basıyor. Avrupa’daki ve Amerika’daki gençlere bakıyoruz. Çok rahatlar ve istediklerini yapabiliyorlar. Epey zamandır “Coğrafya kader midir?” deyip duruyoruz. Söylenecek ne çok şey var. Ama sen de zaten memleketin durumunu biliyorsun.”
“Eeee!” dedi Ömer ağabey. Sohbetin gidişatının ciddileşmesinden ve gençlerin oturdukları yerde biraz toparlanmasından anladı ki, önemli bir şey geliyor.
“Ağabey biz sana bir şey danışmak istiyoruz.”
“Söyleyin bakalım gençler, elimden geleni yapmaya hazırım.”
Cem bira şişesinde kalan son kısmı tek seferde içti. Volkan, alkol kullanmadığı için çay içiyordu ama o da üçüncü bardağın ortalarına gelmişti. Ömer ağabey de birasını bitirmiş, ikinci şişenin siparişini vermişti.
“Ağabey biz yurt dışına gitmeye karar verdik.” dedi Cem.
“Tam da karar verdik denilemez ama galiba artık dönüş yok.” diye destek verdi Volkan.
Gençler, işte bu konuyu konuşmak ve danışmak istediklerini belirttiler. Biraz gergin, biraz yorgun ve gençlik heyecanını kaybetmişçesine kırgın bir halleri vardı. Söyledikleri hiç de yabana atılır cinsten değildi.
Yirmili yaşların ortalarında, iyi eğitim almış ve şartlara göre güzel yerlerde çalışan bu iki arkadaşın söyledikleri öylesine ciddi ve ayakları yere basan cinstendi ki, Ömer ağabey oturduğu sandalyedeki pozisyonunu dikleştirdi ve “Vay canına, demek gerçek sorun buymuş!” diyerek ciddiyetini belli etti.
Çocukluklarından beri tanıdığı ve memleket sevgilerinden zerre şüphe duymadığı gençlere bir şeyler söylemeliydi. Aklı başında olan bu iki genç adamın düşüncelerinin ağırlığına yakışır ölçüde anlamlı şeyler… Ama önce birkaç soru sorma hakkı gördü kendinde.
“Hele bir anlatın bakalım, nasıl gelişti bu düşünce?”
“Tayvan, İrlanda ortaklı bir yazılım şirketinin İspanya’daki proje için iş ilanı vardı. Ben de öyle matrak olsun diye başvurdum. Sonra şirketin Türkiye temsilcisi bana ulaştı. Önceleri kabul etmeyi düşünmemiştim. Diyalog devam etti ve içime bir kurt düştü. Bir süre sonra benim aracılığımla Cem de görüşmelere dahil oldu. Velhasıl artık son aşamaya geldik. Haftaya kesin kararımızı bildireceğiz.” diye bir çırpıda bütün olanı biteni anlattı Volkan. Ortamı alışılmışın dışında bir ciddiyet kaplamıştı.
“Haftaya cumaya” diye tekrarladı Cem. Arkadaşının söylemediği cuma gününü de ilave etmiş oldu.
“Yani bir buçuk hafta süreniz var.”
“Evet ağabey.” dediler gençler bir ağızdan.
“Ailenize söylediniz mi?”
“Hayır ağabey, şu anda senden başka kimse bilmiyor.”
“Cem koçum, sen nişanlanmak üzere değil miydin?”
“Evet ağabey.”
“Volkan, aslan parçası. Ailenin tek evladısın, anacığın ne diyecek bu duruma?”
“Bilmiyorum ağabey.”
“Çok mu yüksek maaş teklif ettiler?”
“Mesele sadece para değil ki ağabey!” dedi Cem.
Bilge adam, meselenin sadece para olmadığını çok iyi biliyordu. Dünyayı iyi tanıyan, büyüklerinin yaşamlarından çıkardıkları ve hiç de güncelle alakası kalmayan saçma öğütlere kanmayacak kadar akıllı olan bu iki genç adama ne denebilirdi ki! Kendinden çeyrek asır küçük olmalarına rağmen belki de artık daha büyüktüler.
“Bakın gençler şöyle yapalım. Siz bu akşam ailelerinizle konuşun, yarın akşam tekrar bir araya gelip derinlemesine konuyu masaya yatıralım.” diyebildi.
Cem evin anahtarını bu sefer unutmamıştı. Evdekileri rahatsız etmek istemediğinden dış kapıyı usulca açtı. Ne var ki anne de baba da uyumamıştı. Televizyon seyrediyorlardı. Ayrıca kısa bir süre önce evlenen kızlarının düğünü hakkında konuştukları belli oluyordu. Bir yarım altın, bir de çeyrek altın sahte çıkmış. Bu o kadar önemliydi ki, ta düğün gününden beri en popüler konu buydu. Doğrusu Cem’in hiç ilgisini çekmiyordu…
“Ablandan mı geliyorsun oğlum?” diye sordu anne.
“Hayır anne.”
“Aç mısın?”
“Hayır anne.”
Belki de ana oğul arasında yüzlerce defa olan bu rutin diyalog bittiğinde, Cem odasına gitti. Biraz sonra anne odaya gelerek “Çay ister misin?” diye sordu. “Hayır.” yanıtını aldı ve salona geri gitmek için arkasını döndüğünde; “Anne” diyen Cem’in sesini duydu.
“Babam da uyumadan sizinle bir şey konuşmak istiyorum.”
“Tamam yavrum gel, biz salondayız.”
Cem bütün olanı biteni anlattı ve yurt dışına gitmek istediğini söyledi. Üzerindeki ağırlık biraz olsun hafiflemişti. Oğullarının anlattıklarını ve kararını sükûnetle dinleyen anne baba bildiler ki, bu evde artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. “Kazancımız bize yetiyor, gitmene gerek yok oğlum.” dedi baba. “Aynur evlilik hazırlığı yapıyor, kızcağızın hayalleri yıkılacak.” diyebildi anne. Kimseye belli etmedi ama müstakbel gelininden ziyade kendi içine kor gibi ateş düşmüştü.
Karı koca, kahvelerini alıp balkona çıktılar. Yaz mevsiminin sıcağı geceleri bile etkisini kaybetmiyordu. “Tayvan diyor, İrlanda diyor, İspanya diyor, bizim bu oğlan ne diyor?” diye gece boyunca kaçıncı defa sordu anne…
Sofra başında, yediği lokma boğazında kalmışçasına “Hiçbir yere gidemezsin, ben biricik oğlumu el diyarına göndermem!” diye çok sert karşılık verdi Volkan’ın annesi. “Oğlum senin neyin eksik? Bak gül gibi firmada çalışıyorsun. Benden çok maaş alıyorsun. Daha ne istiyorsun!” dedi babası.
Volkan bu tepkiyi bekliyordu ama belki biraz yumuşak olur diye de umut ediyordu. Hiç de öyle olmadı ve hatta daha da sert tepkiyle karşılaştı. Annesi “Sütümü helâl etmem!” diyecek kadar abarttı.
“Ya anne, hesaplarız kaç para ederse öderim.” diye şaka yapıp ortalığı yumuşatmaya çalışmasının hiç faydası olmadı.
“Terbiyesiz!” diye karşılık verdi anne.
“Hanım bak, biz bu oğlanı iyi yetiştirememişiz.” dedi baba.
“Ya baba, derece ile üniversite bitirdim daha ne olsun?” diye kendini savunmak istese de pek de etkili olamadı. Doğrusu şu ki, Volkan günlerdir çektiği sıkıntıyı artık üzerinden atmış olmanın verdiği rahatlıkla sofrada şaka yapabiliyor, fakat annesini ve babasını hiç etkileyemiyordu.
“Oğlum bu Tayvan neresi?” diye endişeyle sordu anne.
“Uzak Asya’da.”
“Adı batasıca, bak zaten kendin de söylüyorsun, uzakmış. Çekik gözlü ve çekirge yiyen bir gelin getirirsin sen şimdi. Off of, kimin bedduası tuttu bana!”
“Anne iyice uçtun sen. Ben İspanya’ya gidiyorum.”
“Onlar bir de Müslüman değil.” diyen baba, yangına körükle gitmiş oldu.
Annesini hiçbir şekilde sakinleştiremeyen Volkan’ın evinde durum iyice çıkmaza girmişti. Belli ki bu gece kimse geri adım atmak niyetinde değildi…
Zaman hızla akıyordu… Yurt dışı kaynaklı basit bir ilana çok da ciddiye almadan verilen karşılık şimdi nerelere gelmişti. İlginç olan şu ki; gençler kendi aralarında konuşurken kararsızlıkları, bilge adam Ömer ağabey ile konuşurken yurt dışına gitmeye pek de gönüllü olmadıkları ama aileleri ile konuşurken kesin gidecekleri yönünde tavır geliştirmişlerdi. Ama bu tavır bilinçli değil de doğaçlama olarak gelişmişti. Bazen, gelişmelerin kontrolleri dışına çıktığını bile düşünür olmuşlardı.
Volkan’ın annesi perşembe akşamı için, Cem’i ve ailesini davet etti. Amacı, iki aileyi bir araya getirip gençleri iyice sorguya çekmek ve gerekiyorsa hırpalamaktı. Çünkü “Cuma günü kararımızı bildireceğiz.” diye bilgi almıştı ya, öncelikle oğlunun kararını net olarak öğrenmeliydi. “Gideceğim.” der ise, bu karardan vazgeçirmek için gerekeni yapmalıydı.
Volkan ve Cem işyerinden beraber geldiler. Kapıyı Volkan’ın annesi açtı. Her daim anaç tavrını göstermekten mutluluk duyan anne, bu sefer gergindi ve biraz da sinirliydi. Gençler henüz kapının eşiğinden geçip içeri girmişlerdi ki, anne onlara suç işlemişler gibi davranıyordu.
Volkan’ın, “Valide sultan hâlâ sinirin geçmedi mi?” diyerek annesinin yanağına bir öpücük kondurması bile pek fayda etmedi. Birbirlerini yakından tanıyan ve samimi olan bu iki aile birlik olmuş gençleri sorguya çekmeye hazırlardı. Ama önce yemek yenmeli ve çay faslına geçilmeliydi. Anne tam da bir gardiyan gibi, “Ellerinizi yıkayın, masaya oturun, önce çorbanızı için.” gibi talimatlarla gençleri hiç rahat bırakmıyordu. Esirlerini önce doyurup sonra da aile mahkemesinin karşısına çıkardı. Birer de çay verdi. Aslında gençler kahve içmek isteyecekti ama anne ortamı öylesine domine etti ki, gençler kahve istemeye yeltenemediler.
Bu tiyatral ortamı artık ciddileştirme zamanı geldiğine karar veren Cem’in babası; “Şaka bir yana, şu konuyu enine boyuna bir konuşalım.” dedi.
Bu söz üzerine salondaki hava birden ciddileşti. Biliyorlardı ki bu gece sadece gençlerin geleceği değil ailelerin de geleceği söz konusuydu.
“Sizin neyiniz var, iyi bir şirkette çalışıyorsunuz. İleride daha da iyi olacak. Maaşlarınız da artacak. Niye gitmek istiyorsunuz?” diyerek en gerçekçi soruyu sordu Volkan’ın babası.
Bu soru karşısında gençlerin anlatabileceği o kadar çok şey vardı ki, belki de saatlerce durmadan konuşabilirlerdi. Gelecek kaygısı, gidişatın hiç de iyi olmadığı ve bunun gibi birçok endişe. Üstelik bu yaşta bu kadar endişenin bu genç bünyelerde olması hiç de normal değil.
Gençliklerini ve belki de daha fazlasını ofiste çalışarak geçirmenin ne kadar kötü bir şey olduğunu asla anlatamazlardı. Hele ki “Bu hayata çalışmaya mı geldik?” diye bir cümle kurmaları, şimdi karşılarında oturan büyüklerini fazlasıyla incitebilirdi. Üstelik hâlâ gidip gitmemek konusunda sarkaç durumlarını yaşıyorlardı.
Gece uzun sürdü… Gençler bir şey söylemeye çalışıyor, büyükler kendi haklılıklarına inandıkları için fazlasıyla karşılık veriyorlardı. Birkaç saat böylece geçtikten sonra, gençlerin “Tamam gitmekten vazgeçtik.” demeleri ile mevzu tatlıya bağlanmış gibi oldu. Oysa taraflar geri adım atmamıştı.
İki arkadaş gece boyunca düşünüp son kararlarını sabah birbirlerine söylemek için sözleşti. Birkaç haftadır devam eden sıkıntılı süreç artık bitmeliydi. Gitmek ya da kalmak arasında salınan sarkaç artık durmalıydı. Zaten kararlarını bildirmek zamanı da gelmişti.
Bugün cuma ve karar zamanı…
İki arkadaş öğleye kadar izin alıp, sahildeki parka gittiler. Cem kahvaltı niyetine bir şeyler atıştırmıştı. Kahvaltı Volkan’ın aklına bile gelmedi. İkisi de termos bardaklarını kahve ile doldurmuştu. Denizden esen hafif sabah rüzgârını hissetmeden yürümeye başladılar.
“Gitmeyelim” dedi Cem.
“Gidelim” dedi Volkan.
“Ah be güzel ülkem. Seni bırakmak istemiyorum. Beni bu kadar zorlama!” dedi Cem.
“Aslında haklısın ama geleceğimizi düşünmek zorundayız. Gidelim ve dünyayı görelim. Eğitimliyiz, dil biliyoruz, bir de para kazanalım.” dedi Volkan.
“Dönüşümüz muhteşem olsun diyorsun yani!” diye gülümsedi.
“Biliyorsun, mesele sadece para kazanmak değil. Boğuyor bu memleket beni!”
“Farkındayım.”
Birkaç haftadır kafaları meşgul eden sarkaç topunun birer ucuna yerleşmiş oldular. Kader ağlarını ne yönde örecekti? Hayatlarının kalan kısmı ile ilgili şimdilik ortak karar verememişlerdi.
İki saatten fazla konuştular ve sonuç olarak Cem, Volkan’ı ikna etti ve gitmeme kararı aldılar. Şimdi rahatlamış olmaları gerekiyordu ama hiç de öyle görünmüyordu. Ofise dönene kadar hiç konuşmadılar. Kararlarını yazılı olarak bildirme işi Volkan’daydı.
Volkan masasına oturup bilgisayarını açtı. Hemen cevabı bildirip artık bu meseleden kurtulmak için sabırsızlanıyordu. e-postasını yazdı, biraz bekledi. İlginç bir şekilde ‘gönder’ tuşuna basamıyordu. Biraz daha bekledi. Yine olmadı. Bu şekilde iki saat geçti.
Birden yazdığı e-postayı “Bir hafta daha süre istiyoruz.” diye değiştirdi ve üzerinde düşünmeye fırsat vermeden gönderdi. “Umarım süre vermezler de konu kapanır.” diye içinden geçirdi. Bu karmaşık duygular içinde beş dakika hiçbir şey yapmadan öylece oturdu. Tam da kalkıp kahve almaya karar vermişti ki, e-postasına cevap geldi.
“Talebiniz olumlu bulunmuştur.”
Ve sarkaç tekrar salınmaya başladı…
Arayış
Şiir
ozlemdemir
Yirmi birinci asra eşlik ederken ömür
Zıtlıklar birikmekte gölgesinde uyumun
Sözlerle ağırlaşan çetrefilli durumun
Bıraktığı izleri karadan daha kömür
Oysaki ruhumda bir ayışığı, hep özgür
Parmaklarımla verdim şeklini ıslak kumun
Duvardaki silüet, alevinde bir mumun
İçimdeki coşkuya eşlik etti, saf ve hür
Kurtulmaya çalışırken keskin budaklarımdan
Kıvılcımlar yükselir göğe, dudaklarımdan
İçimde yalın çocuk uyanır maviliğe
Yüzyılın karmaşası yorarken dinginliği
İçimi ferahlatır huzurun serinliği
Yelken açar bir umut güzele, iyiliğe